11 Haziran 2019 Salı

Orta Doğu'nun Değişmeyen Makûs Talihi

Orta Doğu, kültürlerin ve dinlerin kesişme noktasında bulunmaktadır. Bu konumu itibari ile her devirde güç mücadelelerine sahne olduğu gibi şimdi daha fazla olmaktadır. Bugün bölgenin stratejik konumu eskiye nazaran tamamen farklılaşmış durumdadır. Nitekim yeni ittifak ilişkileri de bölge sınırlarını aşan bir boyutta ortaya çıkmaktadır. Orta Doğu ile birlikte Türkiye’nin bulunduğu coğrafya, dünyanın en stratejik noktalarından birsidir. Orta Doğu, Mackinder tarafından ortaya atılan “Kara Hâkimiyet Teorisi” ve Spykman tarafından ortaya atılan “Kenar Kuşak Teorisi” ve diğer bir takım dünya hâkimiyet teorilerinin tam merkezinde yer almaktadır. Bu teorilere göre Orta Doğu’ya hâkim olan devletler tüm dünyaya hâkim olabilmektedir. Yani Türkiye, Türk Dünyası ve Orta Doğu’ya hâkim olmak tüm dünyaya hâkim olmakla eş değerdedir.


Osmanlı Devleti uzun yıllar Orta Doğu bölgesine hâkim olarak bu bölgenin sömürgeci devletlerine eline geçmesine mani olmuştur. Fakat Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ve gerilemeye başlaması ile imparatorluğun uzak noktalarından başlamak üzere birçok yer sömürgeci devletlerin eline geçmiştir. Sömürgecilik, coğrafi keşifler sonrası daha yaygın hale gelmiş ve sanayi inkılâbı sonrası daha acımasız ve katı bir şekilde ortaya çıkmıştır. İşte bu dönemde Osmanlı Devleti’nin parçalanması ile birlikte başta Orta Doğu olmak üzere dünyanın birçok yeri sanayileşmiş sömürgeci devletlerin egemenliği altına girdi. Osmanlı Devleti’nin yıkılması sonrası Ortadoğu başta olmak üzere Kafkaslar, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Doğu Avrupa’da birçok yeni devlet ortaya çıktı. Bu devletlerden birisi ve İmparatorluğun tek mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı vermiş olduğu mücadelesinde başarı ile çıkarak hem imparatorluğun mirasını devralmış hem de emperyalist devletlerin egemenliği altına giren masum milletlere önder ve model olmuştur. 
British and French diplomats Mark Sykes (L) and François Georges-Picot
Türkiye’nin yapmış olduğu mücadeleyi örnek alan Orta Doğu devletleri, emperyalizmin pençesinden kurtulmakla birlikte bu devletlerin yörüngesinden çıkamamışlardır. Bugün bile birçok Orta Doğu devleti, emperyalizme ve onların çıkarlarına hizmet etmek zorunda bırakılmaktadır. Bu cümleden olarak bugün Orta Doğu, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Çin, Rusya, İran, İngiltere gibi büyük devletlerin rekabet alanı haline geldi. Orta Doğu’ya hâkim olan ülke, dünyanın en önemli stratejik kilit noktası ve enerji kaynaklarına hâkim olacağı için dünyaya egemen olacaktır. Osmanlı tarihçilerinden Silahdar Fındıklı Mehmet Ağa, Nusretnâme isimli eserinde bundan 310 yıl önce Basra’nın yeniden Osmanlı hâkimiyetine kazandırılması kısmını anlatırken “Mekke’nin kapısı Anadolu, İran, Arabistan ve Hindistan’ın iskelesi” tabirini kullanarak bölgenin önemine dikkat çekmiştir[1]. Basra o gün için Osmanlı Devleti için ne derece önemli ise bugün de Basra’nın dâhil olduğu Orta Doğu ve çevresi Türkiye için daha fazla öneme sahiptir.  
Türkiye, cumhuriyetin kuruluşundan ikinci dünya savaşına kadar Orta Doğu bölgesine ilgisiz kalmıştır. Bunun birçok nedeni vardır. Birinci neden Türkiye’nin hedefini batıya çevirerek batılılaşma ve çağdaşlaşma yönündeki adımlarıdır. İkinci neden bölgenin Osmanlı devletinin son yıllarında emperyalist devletlerin işgali altında olmasıdır. İkinci dünya savaşı sonrasında dünyada ve Orta Doğu bölgesinde şartlar değişmeye ve yeni uluslararası/bölgesel siyasi oluşumlar ve durumlar ortaya çıkmaya başlayınca Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikaları da değişmeye başlamıştır. Bu politika değişikliğine bağlı olarak Türkiye, bölgeyle yakından ilgilenmeye başladı. Türkiye’nin bölge ile yakından ilgilenmesi bölge ile ilgilenen diğer devletlerinde dikkatlerinden kaçmamış olmalı ki bu devletler tarafından Türkiye bölgenin ayrılmaz bir parçası olarak kabul görmeye başlamıştır[2].


Türkiye, yukarıda da izah edildiği gibi konumu itibari ile Orta Doğu ile hem Avrupa’nın hem de Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin kesişim noktasındadır. Türkiye, coğrafyanın kendine bahşetmiş olduğu bu fırsatları tarih ve kültür birliği ile birleştirerek son yıllardaki gelişmeler ile de bütünleşerek yeni bir vizyon üstlenmelidir. Gelişmelerde bu sorumluluğu üstlenmesinin zorunluluğunu gerektirmektedir. Türkiye Orta Doğu’nun sahip olmuş olduğu zenginlikleri dünya ülkelerine sunar iken bölgeye barışı getirebilecek ve istikrarı sağlayacak en önemli tek ülke konumundadır. Devletlerin dış siyasetine yön veren en önemli nedenlerden birisi coğrafyaları ve tarihleridir[3]. Bu cümleden olarak Türkiye Ortadoğu ile hem coğrafya birliğine hem de tarih ve kültür birliğine sahiptir. 
Türkiye’nin son yıllarda Orta doğu ülkeleri ile gelişen işbirliğinde bir takım çıkmazları vardır. Bu çıkmazları aşmanın tek bir yolu bölgesel işbirliği politikaları geliştirerek yeni birlikler oluşturmaktan geçmektedir. Bu politikalar nasıl oluşturulur. Nasıl oluşturulacaktır. Bu politikaları oluşturur iken tamamen siyasi ve ideolojik kamplaşmalardan uzaklaşarak bölge ülkelerinin ortak çıkarları doğrultusunda oluşturulacak heyetler ve çalışmalar ile belirlenmelidir. Bu yapılır iken bir tarafı reddetmek veya bir tarafa yaslanmak değil Türkiye’nin ve bölgenin çıkarları dikkate alınmalıdır. Bölgedeki ayrıcalıklar değil ortak noktalar belirlenmelidir. Bölge ile Türkiye’nin ortak noktaları farklılıklarından daha fazladır. Bölge insanı Türkiye’ye ve Türklere sıcak bakmaktadır. Bölge ile ilişkilerde devlet politikası takip edilmelidir. 2010 yılı itibari ile bölge ülkeleri ile yapılan anlaşmalar ve bu anlaşmalar sonrası karşılıklı vizelerin kaldırılması son derce önemli gelişmeler olarak algılanmalıdır. Türkiye’nin bölge ülkelerini kucaklayıcı tavırlar içerisine girmesi bölge ülkeleri ile Türkiye arasındaki problemleri son bulmasına zemin hazırlayacaktır. Sadece Orta Doğu ile değil komşularımız ile sıfır problem anlayışı bölge barışına yapılacak en büyük katkıdır. 
Ortadoğu ile sömürge amacı dışında hiçbir bağı olmayan ülkeler, Ortadoğu'ya sürekli bir ilgi duyarken, bölgeye komşu olan, tarihsel, kültürel ve dinsel köklü bağları bulunan Türkiye'nin kendini buradan dışlaması düşünülemez. Bu çerçeve içerisinde, ikili ilişkilerimizi geliştirdiğimiz Orta Doğu ülkelerinin hassasiyetlerini, Batılı ülkelerin çıkarlarına feda etmekten kaçınmalıyız. Örneğin, onlarca BM kararına rağmen işgal ettiği Arap topraklarından çıkmayan, silahsız sivillere karşı şiddet politikasını sürekli tırmandıran İsrail'e karşı sessizlik politikasından ve faydasından çok zararını gördüğümüz stratejik işbirliği faaliyetlerinden vazgeçmeliyiz. İsrail'in işgal ettiği Golan tepelerinin esasen Suriye Türkmenlerine ait köyler olduğunu ve bu soydaşlarımızın bugün Kunaytra'da ve Şam'da (Cobar ve Karataş) yaşamak zorunda bırakıldıklarını hatırlamalıyız.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; bin bir entrikalarla Ortadoğu'dan çıkarılan ve hala da uzakta tutulmaya çalışılan Türkiye'nin katkısı olmadan bölgeye kalıcı bir barışın gelmeyeceğini hem bizler hem de Batılılar çok iyi bilmelidir[4].



[1] BOA, D.BŞM, 986/A, s. 1–12; Silahdar Fındıklı Mehmet Ağa, Nusretnâme, C-II, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, (Sad., İ. Parmaksızoğlu), İstanbul, 1962, s. 72, 76.
[2] Ramazan Gözen, Türkiye'nin Orta Doğu Politikası: Gelişimi Ve Etkenleri”, (Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002), Türkler Ansiklopedisi, C. XVII, s. 233–268.
[3] Ziya Gökalp Mülayim, “Günümüzde Türk-Arap Siyasi İlişkileri”, Türk-Arap İlişkileri: Geçmişte, Bugün ve Gelecekte, Hacettepe Üniversitesi Türkiye ve Orta Doğu Araştırma Enstitüsü, 18–22 Haziran, 1979, Ankara, 1980, s. 16–18.  
[4] Abdullah Manaz, http://www.stradigma.com/turkce/kasim 2003 / makale _ 05.html.