Orta Doğu, kültürlerin ve dinlerin kesişme noktasında bulunmaktadır. Bu
konumu itibari ile her devirde güç mücadelelerine sahne olduğu gibi şimdi daha
fazla olmaktadır. Bugün bölgenin stratejik konumu eskiye nazaran tamamen
farklılaşmış durumdadır. Nitekim yeni ittifak ilişkileri de bölge sınırlarını
aşan bir boyutta ortaya çıkmaktadır. Orta Doğu ile birlikte Türkiye’nin bulunduğu coğrafya, dünyanın en stratejik noktalarından
birsidir. Orta Doğu, Mackinder
tarafından ortaya atılan “Kara Hâkimiyet
Teorisi” ve Spykman tarafından ortaya atılan “Kenar Kuşak Teorisi” ve diğer bir takım dünya hâkimiyet
teorilerinin tam merkezinde yer almaktadır. Bu teorilere göre Orta Doğu’ya
hâkim olan devletler tüm dünyaya hâkim olabilmektedir. Yani Türkiye, Türk Dünyası ve Orta Doğu’ya hâkim olmak tüm dünyaya hâkim olmakla
eş değerdedir.
Osmanlı Devleti uzun yıllar Orta Doğu bölgesine hâkim olarak bu bölgenin sömürgeci devletlerine eline geçmesine mani olmuştur. Fakat Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ve gerilemeye başlaması ile imparatorluğun uzak noktalarından başlamak üzere birçok yer sömürgeci devletlerin eline geçmiştir. Sömürgecilik, coğrafi keşifler sonrası daha yaygın hale gelmiş ve sanayi inkılâbı sonrası daha acımasız ve katı bir şekilde ortaya çıkmıştır. İşte bu dönemde Osmanlı Devleti’nin parçalanması ile birlikte başta Orta Doğu olmak üzere dünyanın birçok yeri sanayileşmiş sömürgeci devletlerin egemenliği altına girdi. Osmanlı Devleti’nin yıkılması sonrası Ortadoğu başta olmak üzere Kafkaslar, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Doğu Avrupa’da birçok yeni devlet ortaya çıktı. Bu devletlerden birisi ve İmparatorluğun tek mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı vermiş olduğu mücadelesinde başarı ile çıkarak hem imparatorluğun mirasını devralmış hem de emperyalist devletlerin egemenliği altına giren masum milletlere önder ve model olmuştur.
Osmanlı Devleti uzun yıllar Orta Doğu bölgesine hâkim olarak bu bölgenin sömürgeci devletlerine eline geçmesine mani olmuştur. Fakat Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ve gerilemeye başlaması ile imparatorluğun uzak noktalarından başlamak üzere birçok yer sömürgeci devletlerin eline geçmiştir. Sömürgecilik, coğrafi keşifler sonrası daha yaygın hale gelmiş ve sanayi inkılâbı sonrası daha acımasız ve katı bir şekilde ortaya çıkmıştır. İşte bu dönemde Osmanlı Devleti’nin parçalanması ile birlikte başta Orta Doğu olmak üzere dünyanın birçok yeri sanayileşmiş sömürgeci devletlerin egemenliği altına girdi. Osmanlı Devleti’nin yıkılması sonrası Ortadoğu başta olmak üzere Kafkaslar, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Doğu Avrupa’da birçok yeni devlet ortaya çıktı. Bu devletlerden birisi ve İmparatorluğun tek mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı vermiş olduğu mücadelesinde başarı ile çıkarak hem imparatorluğun mirasını devralmış hem de emperyalist devletlerin egemenliği altına giren masum milletlere önder ve model olmuştur.
British and French diplomats Mark Sykes (L) and François Georges-Picot |
Türkiye’nin yapmış olduğu mücadeleyi örnek alan Orta Doğu devletleri, emperyalizmin pençesinden
kurtulmakla birlikte bu devletlerin yörüngesinden çıkamamışlardır. Bugün bile
birçok Orta Doğu devleti, emperyalizme ve onların çıkarlarına hizmet etmek
zorunda bırakılmaktadır. Bu cümleden olarak bugün Orta Doğu, başta Amerika
Birleşik Devletleri olmak üzere Çin, Rusya, İran, İngiltere gibi büyük devletlerin
rekabet alanı haline geldi. Orta Doğu’ya hâkim olan ülke, dünyanın en önemli
stratejik kilit noktası ve enerji kaynaklarına hâkim olacağı için dünyaya
egemen olacaktır. Osmanlı tarihçilerinden Silahdar Fındıklı Mehmet Ağa, Nusretnâme
isimli eserinde bundan 310 yıl önce Basra’nın
yeniden Osmanlı hâkimiyetine kazandırılması kısmını anlatırken “Mekke’nin kapısı Anadolu, İran, Arabistan ve Hindistan’ın iskelesi” tabirini kullanarak bölgenin önemine dikkat çekmiştir[1].
Basra o gün için Osmanlı Devleti için ne derece önemli ise bugün de Basra’nın
dâhil olduğu Orta Doğu ve çevresi Türkiye için daha fazla öneme sahiptir.
Türkiye, cumhuriyetin kuruluşundan ikinci dünya savaşına kadar Orta Doğu bölgesine ilgisiz
kalmıştır. Bunun birçok nedeni vardır. Birinci neden Türkiye’nin hedefini
batıya çevirerek batılılaşma ve çağdaşlaşma yönündeki adımlarıdır. İkinci neden
bölgenin Osmanlı devletinin son yıllarında emperyalist devletlerin işgali
altında olmasıdır. İkinci dünya savaşı sonrasında dünyada ve Orta Doğu
bölgesinde şartlar değişmeye ve yeni uluslararası/bölgesel siyasi oluşumlar ve
durumlar ortaya çıkmaya başlayınca Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik
politikaları da değişmeye başlamıştır. Bu politika değişikliğine bağlı olarak
Türkiye, bölgeyle yakından ilgilenmeye başladı. Türkiye’nin bölge ile yakından
ilgilenmesi bölge ile ilgilenen diğer devletlerinde dikkatlerinden kaçmamış
olmalı ki bu devletler tarafından Türkiye bölgenin ayrılmaz bir parçası olarak
kabul görmeye başlamıştır[2].
Türkiye, yukarıda da izah edildiği gibi konumu itibari ile Orta Doğu ile hem Avrupa’nın hem de Orta Asya Türk
Cumhuriyetlerinin kesişim noktasındadır. Türkiye, coğrafyanın kendine bahşetmiş
olduğu bu fırsatları tarih ve kültür birliği ile birleştirerek son yıllardaki
gelişmeler ile de bütünleşerek yeni bir vizyon üstlenmelidir. Gelişmelerde bu
sorumluluğu üstlenmesinin zorunluluğunu gerektirmektedir. Türkiye Orta Doğu’nun
sahip olmuş olduğu zenginlikleri dünya ülkelerine sunar iken bölgeye barışı
getirebilecek ve istikrarı sağlayacak en önemli tek ülke konumundadır.
Devletlerin dış siyasetine yön veren en önemli nedenlerden birisi coğrafyaları
ve tarihleridir[3]. Bu
cümleden olarak Türkiye Ortadoğu ile hem coğrafya birliğine hem de tarih ve
kültür birliğine sahiptir.
Türkiye’nin son yıllarda Orta doğu ülkeleri ile gelişen işbirliğinde bir
takım çıkmazları vardır. Bu çıkmazları aşmanın tek bir yolu bölgesel işbirliği
politikaları geliştirerek yeni birlikler oluşturmaktan geçmektedir. Bu
politikalar nasıl oluşturulur. Nasıl oluşturulacaktır. Bu politikaları
oluşturur iken tamamen siyasi ve ideolojik kamplaşmalardan uzaklaşarak bölge
ülkelerinin ortak çıkarları doğrultusunda oluşturulacak heyetler ve çalışmalar
ile belirlenmelidir. Bu yapılır iken bir tarafı reddetmek veya bir tarafa
yaslanmak değil Türkiye’nin ve bölgenin çıkarları dikkate alınmalıdır.
Bölgedeki ayrıcalıklar değil ortak noktalar belirlenmelidir. Bölge ile
Türkiye’nin ortak noktaları farklılıklarından daha fazladır. Bölge insanı
Türkiye’ye ve Türklere sıcak bakmaktadır. Bölge ile ilişkilerde devlet
politikası takip edilmelidir. 2010 yılı itibari ile bölge ülkeleri ile yapılan
anlaşmalar ve bu anlaşmalar sonrası karşılıklı vizelerin kaldırılması son derce
önemli gelişmeler olarak algılanmalıdır. Türkiye’nin bölge ülkelerini
kucaklayıcı tavırlar içerisine girmesi bölge ülkeleri ile Türkiye arasındaki
problemleri son bulmasına zemin hazırlayacaktır. Sadece Orta Doğu ile değil komşularımız ile sıfır problem anlayışı
bölge barışına yapılacak en büyük katkıdır.
Ortadoğu ile
sömürge amacı dışında hiçbir bağı olmayan ülkeler, Ortadoğu'ya sürekli bir ilgi
duyarken, bölgeye komşu olan, tarihsel, kültürel ve dinsel köklü bağları
bulunan Türkiye'nin kendini buradan dışlaması düşünülemez. Bu çerçeve içerisinde,
ikili ilişkilerimizi geliştirdiğimiz Orta Doğu ülkelerinin hassasiyetlerini, Batılı ülkelerin
çıkarlarına feda etmekten kaçınmalıyız. Örneğin, onlarca BM kararına rağmen
işgal ettiği Arap topraklarından çıkmayan, silahsız sivillere karşı şiddet
politikasını sürekli tırmandıran İsrail'e karşı sessizlik politikasından ve faydasından çok zararını
gördüğümüz stratejik işbirliği faaliyetlerinden vazgeçmeliyiz. İsrail'in işgal
ettiği Golan tepelerinin esasen Suriye Türkmenlerine ait köyler olduğunu ve bu
soydaşlarımızın bugün Kunaytra'da ve Şam'da (Cobar ve Karataş) yaşamak zorunda
bırakıldıklarını hatırlamalıyız.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki; bin bir entrikalarla Ortadoğu'dan çıkarılan ve hala da uzakta
tutulmaya çalışılan Türkiye'nin katkısı olmadan bölgeye kalıcı bir barışın gelmeyeceğini hem
bizler hem de Batılılar çok iyi bilmelidir[4].
[1] BOA, D.BŞM, 986/A, s. 1–12;
Silahdar Fındıklı Mehmet Ağa, Nusretnâme, C-II, Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları, (Sad., İ. Parmaksızoğlu), İstanbul, 1962, s. 72, 76.
[2] Ramazan Gözen, “Türkiye'nin Orta Doğu Politikası: Gelişimi Ve
Etkenleri”, (Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002), Türkler Ansiklopedisi, C. XVII, s.
233–268.
[3] Ziya Gökalp Mülayim, “Günümüzde
Türk-Arap Siyasi İlişkileri”, Türk-Arap İlişkileri: Geçmişte, Bugün ve
Gelecekte, Hacettepe Üniversitesi Türkiye ve Orta Doğu Araştırma Enstitüsü, 18–22 Haziran, 1979,
Ankara, 1980, s. 16–18.
[4] Abdullah Manaz, http://www.stradigma.com/turkce/kasim
2003 / makale _ 05.html.