14 Temmuz 2019 Pazar

Viyana Önlerinde Muzaffer Bir Komutan: Merzifonlu Kara Mustafa Paşa

Osmanlı Devleti için, XVII. yüzyıl bir önceki ve bir sonraki yüzyıla göre anlaşılması ve sorunlara kalıcı çözümler bulunması en zor yüzyıllardan birisidir. Bir önceki yüzyılda devlet doğuda, batıda ve denizlerde başarı üstüne başarı kazanmıştır. Bu yüzyılın sonlarında yetişen devlet adamları ve toplum hep bu başarı hikâyelerini dinlemişlerdir. Doğuda ve batıda devletin karşısına çıkabilecek güç yoktur. Kuzeyden ise hiç ses çıkmamaktadır. Güney tamamen Osmanlı egemenliğine ve himayesine alınmıştır. Bir sonraki yüzyılda ise sorunlar açık seçik ortaya çıktığı için bunlara kalıcı çözümler bulunmaya çalışılmıştır. Bu yüzyılda devlet içinde bulunduğu durumu kavrayıp Avrupa’nın bir adım öne geçtiğini gördüğü için de politikasını ona göre geliştirmiştir. Fakat XVII. yüzyılda sorunların nereden ve nasıl çıktığı anlaşılamadığı için ne olup bittiği de tam olarak anlaşılamamıştır. Devlet hala kendini Avrupa’nın en iyisi ve güçlüsü hissetmektedir. Fakat yüzyılın başından itibaren bu güç ve büyü sarsılmıştır. İşte bunun için sorunlara çözüm bulmakta bir o kadar zor olmuştur. Bu yüzyıl içerisinde karşılaşılan en büyük sorunlardan birisi de devlet adamı bulma kıtlığıdır. İş başına gelenlerin çoğu ya sorunların nedenlerini bilemiyorlar veya sorunların nedenlerini biliyorlar fakat saray bürokrasisi ve çıkar gruplarının direnci ile karşılaşıp kalıcı çözümler ortaya koyamıyorlardı. Kalıcı çözümler ortaya koymak için direnenler de ya makamını kaybediyor veya bu direnci canı ile ödüyordu. Bu durum Köprülü Mehmet Paşa’nın 78 yaşında sadrazamlık makamına getirilmesine kadar devam etti[1].
Köprülü Mehmed Paşa 78 yaşında sadrazam olmasına rağmen devleti toparlayarak eski güç ve kudretine kavuşturdu. Saray bürokrasisine boyun eğmedi. Sorunlara kalıcı çözümler bulmaya çalıştı. Bir takım eleştirilere maruz kalsa da, O ve onun ailesinden gelen diğer sadrazamlar, XVIII. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı Devleti’nin idaresinde belirleyici bir rol oynadılar. “Köprülüler Devri” olarak bilinen bu dönemde geçici de olsa bir istikrar sağlandı. Köprülü ailesinden gelen sadrazamlar Köprülü Mehmed Paşa gibi devlet idaresinde ve işleyişinde esaslı ıslahatlar yaptılar. Köprülü Mehmed Paşa’dan sonra yerine geçen oğlu Fazıl Ahmed Paşa’da babası gibi önemli başarılar elde etmişti. 15 yıllık sadrazamlığının dokuz yılı savaş meydanlarında geçmiştir. Büyük başarılar elde eden Fazıl Ahmed Paşa’nın çok genç bir yaşta(41) vefatı yeni gailelerin de başlamasına vesile oldu.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa İktidarda…
Bir kere Köprülü ailesinden gelenler devletin rotasını doğru yöne çevirmişlerdi. Bunun için büyük başarılara imza atan Fazıl Ahmet Paşa’nın genç yaşta vefatı üzerine Köprülünün damadı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa 1676 yılında sadrazamlığa getirildi. Merzifonlu, Fazıl Ahmed Paşa’nın aksine hırslı, gururlu ve Osmanlı şanına yakışır şekilde yaşam tarzı benimsemiş bir kimseydi. Kapu halkı Ahmet Refik’in ifadesiyle bir ordu teşkil edecek kadar kalabalıktı. O dönem için kapu halkının kalabalık olması tercih sebebiydi[2].
Nasıl Fazıl Ahmed Paşa genç yaşta vefat etmişse onun yaşında sadrazamlık makamına oturan Merzifonlu imparatorluğu eski gücüne kavuşturmak istiyordu. Bu amaçla, 1678’de Çehrin’i ele geçirdi. Bu zaferden sonra Ruslar, Dinyeper Nehri’nin Kuzeyinde kalan toprakları Osmanlılara bırakmak zorunda kaldılar. Bu zafer sonrası zaferlerin devamını getirerek Osmanlı’yı yeniden Avrupa’nın en güçlü devleti haline getirmek isteyen Merzifonlu, Orta Macaristan’da, Katolik Avusturya’ya karşı isyan eden Protestan Macarları himayesine aldı. Tökeli İmre, Osmanlılar tarafından Orta Macaristan Kralı olarak tanındı. Bu durum, Avusturya’nın tepkisine neden oldu. Durum bu halde iken, Avusturya ile Osmanlı arasındaki sınır anlaşmazlığı[3] sorunlarını Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, padişaha maksatlı olarak bildirmedi. Bundan başka, Tökeli İmre’nin elçisini padişaha takdim ile himaye altına aldırdı ve kendisine askerî yardımda bulundu. Orta Macarlara ait birçok kale, palanga ve Orta Macarların merkezi olan Kaşka 1682 yılında alınıp Tökeli’ye verildi[4].
Avusturya İmparatoru’nun elçisi Kont Alber Dö Kaprara, 1682 senesinde Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya gelerek, bitmesine iki sene kalmış Vasvar Anlaşması’nın yirmi sene uzatılmasını istedi[5]. Fakat Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, elçiden Raab (Yanıkkale)’ın iadesini, hazırladığı sefer için tazminat verilmesini ve Macarların mezhep hürriyetini istedi. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın bu istekleri karşısında, Avusturya elçisi Kont Albert de Kaprara, Yanıkkale için “kale kılıç ile alınır, yoksa buradaki söz ile kale verilmez”[6] sözleri Merzifonluyu kızdırdı. Merzifonlu bu söz karşısında elçinin isteğini geri çevirdi. Böylece Osmanlı Devleti için, yeni bir seferin nedenleri ortaya çıkmış oldu[7]. Merzifonlunun da istediği buydu. Osmanlı için yeni bir sefer başarı demekti. Başarı arkasından şöhret ve ünü getirecekti. Fakat Merzifonlunun unuttuğu bir şey vardı. Bu ordu bir yüzyıl önceki ordu değildi. Köprülü Mehmed Paşa ve Fazıl Ahmed Paşa döneminde kazanılan kısmi başarılar Merzifonlunun gözünde büyümüştü. Belki onları geçip daha fazla başarı elde etme arzusu Merzifonluyu böyle bir düşünceye sevk etmişti. Merzifonlunun karakteri de buna müsaitti. İşte tüm bunlar birleşince yeni bir seferin hazırlıkları başladı…
Yeni Sefer Hazırlıkları…
Merzifonlu için yeni bir seferin meşru zemini oluşmuştu. Bundan sonrası padişahı ve üst bürokrasiyi ikna etmeye kalmıştı. Bu da kolaydı. Çünkü çeyrek yüzyıldan fazla bir zamandır devlet bürokrasisinde etkili olan güç Köprülü ailesiydi. Devlet onların elinde şekillenmişti. Padişah gerekli izni verdikten sonra buna karşı çıkabilecek kimse de yoktu. Zaten öyle de oldu. Padişahtan gerekli yetki ve izni alan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Yanıkkale ve Komaran’a yürümeye karar verdi. Osmanlı ordusu sefer için hazırlık yaparken Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa, Peşte önlerinde topladığı kuvvet ile önce Onod Kalesi’ni sonra Kalka Kalesi’ni fethetti. Kalka Kalesi’nin Tökeli İmre’ye tesliminden sonra Filek Kalesi de alınarak burada bulunan Türk esirleri kurtarıldı. Edirne’den hareket eden ordu, 3 Mayıs 1683’te Belgrad’ın karşısında Zemun önlerine geldi ve 24 Mayıs’ta buradan hareket etti. 27 Haziranda İstolni-Belgrad’da[8] bir harp meclisi toplanarak bu mevsimde Yanıkkale ile Komaran Kalesinin fethi ve Avusturya’ya akınlar yapılması fikri mecliste görüşüldü. Fakat kendine ve ordusuna oldukça güvenen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa seferin yönünü değiştirerek Viyana’ya gidilmesi fikrini ortaya attı. Paşa’nın ısrarı karşısında mecliste bulunanlar fazla ses çıkaramadılar. Hırslı bir o kadar da gururlu olan paşa Viyana’yı alarak yüzyılı başarılı bir şekilde bitirmek istiyordu. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Viyana’ya doğru ilerlerken padişahı durumdan haberdar etti. Bu emri vaki karşısında padişah: “Kasdımız Yanıkkale ve Komaran kaleleri idi; Beç (Viyana) kalesi dilde yoktu; Paşa ne acip saygısızlık edip bu sevdaya düşmüş. Hoş imdi Hak Teâlâ âsan getüre; lâkin mukaddem bildireydi rıza vermezdim” şeklinde bu oldubittiye rızası olmadığını açıkça ortaya koymuştur[9].

Osmanlı Ordusu Viyana Önlerinde

Almanya’yı bir baştanbaşa geçen Kanuni Sultan Süleyman bu şehri kuşatmıştı kuşatmasına fakat şehri almanın daha fazla bir felakete sonuçlanacağını düşünse gerek bu şehre bir daha yönünü çevirmedi. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yı bu şehre yönelten sebep neydi acaba? İşte bu sorunun cevabını bulursak XVII. yüzyılın Osmanlı dünyasını daha iyi anlayabiliriz. Bir önceki yüzyılda Viyana’yı alabilmenin zor olduğunu kavrayan Kanuni, devleti büyük bir gaileden kurtarmıştır. Merzifonlu ise bir yüzyıl sonra devletin içinde bulunduğu durumu hesap edemeden Viyana’yı kuşatmış ve felaket senelerinin başlangıcına kapı aralamıştır. Kanuni’yi Kanuni yapan bunu hesap edebilmesi olsa gerek. Merzifonlu ise büyük bir devlet adamı olmakla birlikte bunu tasavvur edememiştir. İşte tarih bu büyük devlet adamını bunun için yargılamaktadır. Bu yüzyılın gerekliliğini kavrayamayan Merzifonlu bunun bedelini canı ile ödemiştir. Devleti de büyük bir felakete sürüklemiştir. Eğer böyle bir maceraya sürüklenmeseydi durumun ne olabileceğini tarih ilmi ile çözemeyiz. Bu sorunun cevabını bulmak oldukça zordur. Ama gerçek olan bir şey vardır ki II. Viyana kuşatması sonrası devlet on altı yıl boyunca müttefik Avrupa kuvvetleri ile savaşmış ve bu savaşlar sonucu önemli bir başarı elde edemediği gibi birçoğundan yenilgi ile çıkmıştır. Tüm bunların sebebi ise bir oldubittiye getirilen Viyana kuşatmasıdır.    
Ve Viyana…
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa şehri sulh yolu ile teslim almak için günlerce kuşattı. Bu arada muhasara sırasında arkadan gelecek tehlikeye karşı Kırım Hanı’na, Viyana’dan altı saat uzaklıkta bulunan Tuna üzerindeki Taş köprüden Leh ordusunun geçişini engelleme görevini verdi. Fakat Kırım Hanı ne hikmettir, Lehistan kuvvetlerinin geçişine göz yumdu. Leh kuvvetleri Alman kuvvetleri ile birleşerek muhasara ile uğraşan Osmanlı ordusunun arkasına geldi. Sağ koldaki Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa’nın isteksizce savaşması üzerine onu da geri çekilmeye zorlayarak sadrazamın otağına kadar ilerlediler. Bu arada yalnız kalan Merzifonlu var gücü ile savaşıyor şehri hasarsız bir şekilde ele geçirmek için uğraşıyordu. Merzifonlu ne pahasına olursa olsun Viyana’yı teslim alma arzusundadır[10]. Kanuni bu şehri kuşatmış fakat alamamıştı. O zaman Merzifonlu şehri alarak 1672 yılında Osmanlı’nın ulaştığı sınırları da aşacak ve Osmanlı’nın XVII. yüzyılda içine düştüğü darboğazdan çıkarabilecekti. Kendisi de bu yüzyılın en muhteşem adamı olacaktı belki. Ama tarih buna fırsat vermedi. Tüm bunlara rağmen Osmanlı ordusu şehrin merkezi olan birinci bölgeye kadar sokuldu. Aslında şehir düştü düşmek üzeredir. Fakat yapılan stratejik ve taktik hatalar XVII. yüzyılın ruhu ile de birleşince Osmanlı ordusu için sonun başlangıcı oldu. Sadece Osmanlı ordusu için değil kudretli paşa ve devlet içinde geri sayım başladı. Bir kere eski büyü bozulmuştu. Ağaçların yapraklarını dökmeye başladığı bir sonbahar günü Osmanlı ordusu ne yapacağını şaşırmış bir şekilde Budin’e doğru geri çekildi[11].
Mağrur komutan Merzifonlu şaşkındı. Ne yapacağını bilemez durumda dağılan orduyu tekrar bir düzene koymaya çalıştı. O güne kadar yenilmez addedilen ordu yenilmiş ve perişan bir şekilde kaçıyordu. XVII. yüzyıl boyunca savaşlarda mutlak bir başarı görülmese de Osmanlı ordusu hala Avrupa’nın en güçlüleri arasındaydı. Daha hiç toprak kaybetmemişti. Aksine sınırları daha on yıl önce en geniş mevkie getirmişti. Bu ordu nasıl olur da böyle perişan bir şekilde kaçardı. Bir de bu ordunun başındaki komutan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa gibi bir komutan olduğu halde. İşte bu durum Merzifonluyu derinden yaralamıştı. Padişahın isteğinin aksine hareket etmişti. Şimdi bunu hesabını verecekti. Bu hesabı vermek kolaydı. Ama ordunun düştüğü durumun hesabını tarih önünde vermek biraz zordu. İşte bunu düşündükçe kahroluyordu.
İki rekât namaz ve tam teslimiyet…
IV. Mehmet Belgrad’da ordunun düştüğü durumu duydu. O da ne yapacağını bilemez bir durumda, paşasının Budin’e çekildiği gibi doğru Edirne’ye döndü. Merzifonlu kendi emrini dinlememiş bile olsa devrin en iyi devlet adamlarından birisiydi. Fırsat verilirse devleti ve orduyu tekrar toparlayabilirdi. Bir kere Viyana önlerinde şehir düşmek üzereyken Osmanlı ordusu bir ihanet ile karşı karşıya kalmıştı. O zaman emri dinlemeyen paşa mı suçlu? Yoksa ona ihanet eden Kırım hanı ve Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa mı? Gerçi Merzifonlu öncesi onları da dinlemeyerek gururunun esiri olmuştu. Bunun cezasını ise koskoca Osmanlı ordusu ödemekteydi. Bu karmaşık soruların cevabını bulmaya çalışan IV. Mehmed paşasına tuğ, mücevher gibi çeşitli hediyeler gönderdi ve onu affetti[12]. IV. Mehmed affetmesine affetti. Fakat şer ocakları hemen harekete geçerek padişahın etrafını sardılar. “Sultanım bu kulunuz değerli olmasına değerli, lakin başlangıçta sizin emrinizi dinlemeyerek ordunun ve hazinenin telef olmasına neden olmuştur” diyerek sultanı etkilediler. Başarılarını bir kenara bırakarak Merzifonlunun üzerine siyasi ve ekonomik suç yıktılar. Sultan bu iki karmaşık durum karşısında şer odaklarının baskısına dayanamadı ve devrinin en değerli devlet adamlarından Merzifonluyu idam ettirmek zorunda kaldı[13]. Merzifonlu Budin’e gelen elçinin ne amaçla geldiğini anlamıştı. Hiç itiraz etmedi. Başkentten kilometrelerce uzakta iki rekât namaz kıldı ve gelen elçiye boyun eğdi. Siyasi hırs ve itaatsizliğinin cezasını kellesi ile ödedi. Ama Merzifonlunun idam edilmesi onun değerli bir devlet adamı olmasına asla halel getirmez ve getirmedi de…
Viyana yenilgisi Avrupa’da büyük bir sevinç yarattı. Papalığın girişimi ile Osmanlı’ya karşı güç birliği içerisine giren, Avusturya, Lehistan, Rusya ve Venedik, 1684 yıllında “Kutsal İttifakı oluşturarak Osmanlı Devleti’ne karşı saldırmaya başladılar[14]. Alman ve Leh kuvvetleri Viyana’da kazandıkları savaştan sonra, Estergon Kalesi üzerine yürüyerek kaleyi zapt ettiler. Avusturya Peşte’yi alıp Budin’i muhasara etti. Venedik ise Dalmaçya, Mora, Bosna ve Arnavutluk’ta dört cephe birden açtı. Venedik’in açtığı bu cephelere, Papalık, İspanya, Cenova, Floransa ve Malta denizden destek verdi[15].
II. Viyana Kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması ve arkasından Merzifonlunun idamı devleti yeni bir felakete sürükledi. Felaketlerin ardı arkası kesilmedi. Osmanlı Devleti on altı yıl boyunca cepheden cepheye koşarak savaşmak zorunda kaldı. II. Viyana kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması sadece sadrazamı makamı ve canından etmekle kalmadı. Bir süre sonra IV. Mehmed’de tahttan indirildi. Bu durum 1697 yılında sadrazamlık makamına getirilen ve yine bir Köprülü olan Amcazade Hüseyin Paşa dönemine kadar devam etti. Amcazade Hüseyin Paşa döneminde devlet bir nebze olsun toparlandı. Bütçe fazla vermeye başladı. Birikmiş vergiler affedildi. Yeni bir sulh dönemi başladı. Devlet XVII. yüzyılın şokunu atlatarak XVIII. yüzyıla alışmaya başladı.    

Dipnotlar/Kaynakça




[1] Daniel Goffman, Osmanlı Dünyası ve Avrupa 1300-1700,  (Çev. Ülkün Tansel), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2004, s. 263.   
[2] Ahmet Refik, Felaket Seneleri, İstanbul, 1332, s. 11.
[3] Uyvar önündeki köylerin hangi tarafa ait olduğu meselesi.
[4] Selim Hilmi Özkan, Köprülü Amcazade Hüseyin Paşa (1644-1702, Türkiye Alim Kitaplar, Saarbrücken, 2015, s. XXII; Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât, (Haz. Abdülkadir Özcan), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1995, s. 7-70; Abdülkadir Özcan, “Köprülüzâde Fazıl Ahmet Paşa”, DİA, C. XVI, DVY, Ankara, 2002, s. 260; Ahmet Refik, a.g.e., s. 11.
[5] Avusturya, Vasvar Antlaşmasının uzatılmasını Batıda Fransa ile savaştığından istemiştir.
[6] Silahdar Fındıklı Mehmet Ağa, Silahdar Tarihi, C. II, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1928, s. 1, Mücteba İlgürel, “IV. Mehmet”, DGBİT, C. XI, Çağ Yayınları, İstanbul, 1993, s. 71.
[7] Özkan, a.g.e., s. XXIII; Dimitri Kantemir, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, C. III, (Çev. Özdemir Çobanoğlu), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1980, s. 40-50; Rifa’at Ali Abou- El-Haj, The Reîsülküttâb And Ottoman Diplomacy At Karlowitz, İstanbul 1963, s. VI.
[8] Stuhlweisenburg, Budin vilayetinde bir sancağın adı.
[9] Silahdar Fındıklı Mehmet Ağa, Silahdar Tarihi, C.II, s. 39; Ahmet Ağa, Viyana Kuşatması Günlüğü, (Çev. Richard F. Kreutel, Türkçesi, Esat Nermi), Milliyet Yayınları, İstanbul, 1970, s. 50; Dimitri Kantemir, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, C. III, (Çev. Özdemir Çobanoğlu), Kültür Bakanlığı yayınları, Ankara, 1980, s. 40, 50; Ahmet Refik, a.g.e., s. 29-31; M. Cavid Baysun, “Mehmet IV”, İ.A.,  C. VII, MEBY, İstanbul, 1993, s. 533; Özkan, a.g.e., s. XIII.
[10] Selim Hilmi Özkan, “Merzifonlunun Çadırını Kurduğu Kahlenberg Tepesinden Viyana”, İnsan ve Hayat, S. 60, Şubat, 2015, s. 30.
[11] İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Türkiye Yayınevi, C. III, İstanbul, 1950, s. 454; Georg Schreiber, Edirne’den Viyana Kapılarına Kadar Türklerden Kalan, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1982, s. 230vd; M. Cavid Baysun, “Budin”, İ.A., C. II, s. 753.
[12] Silahdar Fındıklı Mehmet Ağa, Silahdar Tarihi, C. II, s, 90.
[13] Zübde-i Vekayiât, s. 168; Silahdar Tarihi, s. 118.         
[14] Baron Joseph Von Hammer Purgstall, Büyük Osmanlı Tarihi, C, VI, Sabah Yayınları, İstanbul, 2000, s. 412.
[15] Ahmet Refik, a.g.e., s. 51vd; Özkan, a.g.e., s. XXV.